BİR KALEM SEVDALISI: MUHİTTİN ŞİMŞEK
Muhittin Şimşek hoca ile “İstanbul’da nefes aldığım mekân” diye tarif ettiği İSAM Kütüphanesi’nde görüştük. Onun kaleme olan sevgisi, onu tanıyan hemen herkesçe malum. Kalem mevzusunu konuşacağımızı öğrenince hocanın gözlerinin içi parlayarak kalemlerini anlatıyordu. Çantasını açıyor, onlarca kalemini okşayarak bize gösteriyordu. Çok mutluydu onları anlatırken çok…
“Şu” diyor, “Rahmetli Turgut Özal’ın “icraatın içinden” programında elinden düşürmediği altın Cross kalem. Sağ olsun Semra Hanım bize verdi. Şu kalem, Rahmetli Necmeddin Erbakan hocanın kalemi…”
Sayıyor da sayıyor hoca. Hepsi önemli görevlerde bulunmuş devlet adamlarının önemli projelere imza attıkları kalemler. Elinde başka bir kalem vardı hocanın bize bile göstermeye çekindiği kalem. Çocuksu bir mahcubiyet ile “bu kalem var ya bu kalem, en kıymetli kalemim” dedi. Merak ettik sorduk. “Sayın Cumhurbaşkanımız R. Tayyip Erdoğan’ın verdiği kalem” dedi. Çünkü onu önemli kılan, ucundan hangi kararların çıktığı ve imzalandığıdır. Anlaşılan Muhittin hoca, daha çok tarihe şahitlik etmiş kalemleri topluyordu… Hocaya “kalem sevdasının” nasıl başladığını sorduk. O da anlattı.
Hocam kalem ile ilk tanışıklığınız ne zaman başladı, bu sevgi nasıl oluştu?
Kalem ile tanışmam çok eskilere gider. Henüz ilkokula gitmiyordum. Babam, ağabeyim kalemlerini jiletle açardı. O, kalem açarken, ben büyük bir hayranlıkla babamı izler ve bir an önce büyüyüp okula gitmek isterdim. Bir gün, gizlice ağabeyimin çantasından kalemini aldım. Jiletle tıpkı babam gibi kalemi sivriltmeye başladım. Bir, iki, üç derken dördüncü hamlede jilet kaydı elimden. Kalemi tutan elimin işaret parmağı kan revan içinde idi. Ciddi anlamda bir kesik vardı. Korkumdan kimseye de söyleyemiyordum. Ama kan o kadar akıyordu ki, rahmetli anneme gittim. Panikledi. Ama analara mahsus çözüm üretme kabiliyeti ile ile alel acele tuzlu hamur yapıp yarama basıp bağladı. O yaranın izleri hala parmağımda. İşte böyle başlamıştı kalemle tanışmam. Ama bu küçük kaza, beni kalemden soğutmadı, aksine daha bir sevmeye başladım onu.
İlkokula başladığımda çantamın kalem bölmesinde, renk renk kuru kalemlerim ve yazı kalemlerimin nefis tahta kokusu, beni daha çok kendine bağlamıştı. Aynı kokuyu, ilkokula giden Ayşe’nin çantasından alıyorum şimdi.
Kalem ile tanışıklığım, hatta ilişkim lise ikinci sınıfta daha bilinçli hale gelmişti. Lise ikinci sınıfta katıldığım bilgi yarışmasında birinci olmuştum. Ödül dağıtım töreninde dönemin Kültür Bakanı rahmetli Rıfkı Danışman bana bir “Scriks” dolma kalem hediye etmişti. Hemen kırtasiyeye gidip mürekkep aldım. Hemen oturdum, altına çizgili kâğıt koyduğum çizgisiz bir kâğıda yazı yazmaya başladım. Bu yazı, dolma kalemle babama yazdığım ilk mektup idi.
Fakülteden mezun olup iş güç sahibi olduktan sonra, kaleme olan tutkum devam etti. İlk maaşım altmış bin TL idi. Doğru çınar altına gittim. Kendime bir kalem aldım (Watermann). Oradan yürüyerek Sirkeci’deki büyük postanenin yanında küçük bir sokak vardır. Orada kalem tamircileri vardı. Onlara uğradım. Bir siyah dolma kalem de oradan aldım (ilk Mont Blanck’ım).
Her maaş aldığımda çınar altına gidiyordum. Asistan maaşımın neredeyse dörtte biri kaleme gidiyordu. Uzun yıllar devam etti böylece. Artık kendimce epeyi kalemim olmuştu. Zaman içinde çevremdeki arkadaşlarımın da desteği ile hatırı sayılır bir koleksiyona sahip olmuştum.
Kalem, yazı sizin için ne anlam ifade ediyor?
Kalem ve yazı, bizim kültürümüzde yerini bulmuştur. Bunun için şöyle bir şey söylenir: “Kur’an-ı Kerim Mekke’de nüzul olmuştur. Kahire’de okunmuştur. İstanbul’da yazılmıştır.” Yazının sanat haline gelişi Osmanlı kültürüyle başlamıştır. O kadar önemsenmiştir ki yazı ve kalem, o kadar kutsanmıştır ki; doğru kutsaldır yazı. Neden? Kur’an-ı Kerim’de, kutsal kitabımızda, hiçbir nesneden bahsedilmezken, kalemden dört kere bahsedilir. Hatta onun adına sure indirilmiştir; Kalem suresi.
Osmanlı dönemindeki hattatlar da şimdiki hattatlar da kaleme hürmet ederlerdi, çünkü onunla güzel şeyler yazılıyor; insanın düşüncesinin parmaklardan süzülerek, dimağdan geçerek, kağıda ve gelecek nesillere aktarılması kalem eliyle olur. Kalem vasıtasıyla olur. Buna hürmeten hattatlar hayatları boyunca açtıkları kamış kalemin talaşını biriktirirler, vasiyet ederler: cenaze suyu ben öldüğümde bununla kaynatılsın, derler. Bu kadar bir hürmet vardır kaleme. Ve bir hattat yeni başladığı zaman hattatlığa, hattatların şahı Şeyh Hamdullah Efendi’nin mezarına gider, onun mezarında duasını yapar, ilk yazdığı kalemini de onun mezarının oraya bırakır. Bunun bir ritüeli var.
Şimdi elime geçen bir kalemi ben alırım onu severim ve üç gün elimden bırakmam. Elimde kalır üç gün. Hatta bir keresinde kalemimle uyurken altımda kalmış ve kırılmıştı, çok üzülmüştüm. Evin her yerinde kalemler bulunduğu sebebiyle eşimle kavgalıyımdır.
Hangi kalemleri daha çok seversiniz? Dolma kalem mi, tükenmez ya da kurşunkalem mi?
Kalemin şahı dolma kalemdir. Tükenmez kalem bana hep itici gelmiştir. Onunla gönül bağı kuramazsın; kullanılır ve bitince atılır gider. Tıpkı kâğıt mendil gibidir. Eskiden sanatçılar, örneğin Bekir Sıtkı Sezgin, Mısır’daki Ümmü Gülsüm, Müzeyyen Senar, bunlar konsere çıktığı zaman ipek mendille çıkarlarmış. Mendil bu kadar mühimdir; ipek mendil şimdi yok. Bugün artık o mendil kültürü kalmadığı gibi kaleme de bu yansıdı. Kurşun kalem tıpkı tükenmez kalem gibi kâğıt mendil gibidir; sil, kullan, at. Ama dolma kalem öyle değildir. Onunla bağ kurarsınız. Ona bir aşk beslersiniz. Bütün yazılarımda ben dolma kalem kullanırım.
Nasıl bir koleksiyona sahipsiniz?
Bugün hatırı sayılır bir kalem koleksiyonuna sahibim diyebilirim. Daha doğrusu bizim ki koleksiyonerlikten öte can şenliği, gönül hoşluğudur. Ancak bir şeyi açığa kavuşturmak lazım, kalem koleksiyonu yapmak, bugün her biri bir mücevher kıymetinde olan pahalı kalem anlamı taşımamalıdır. Mesela iki eski çalışmayan kalemden bir kalem çıkarmak, bugün artık üretimi olmayan kaleme sahip olmak beni daha çok mutlu eder.
Diğer kalem kolleksiyonerleri ile irtibatınız var mı?
Olmaz mı? Mesela Prof. Dr. Nabi Avcı, diyebilirim ki en önemli kalem sevdalılarındandır. Onunla memleket meselelerinin yanı sıra kalem meseleleri üzerine sohbete doyum olmuyor. Çok güzel bir özelliği de vardır Nabi abinin. Bana vermeyi öğretti. Bir kalem düşkününün parmağını kopar, kalemini vermez. Ama Nabi ağabey, bana bir şeye bağlanmamayı öğretti. Nasıl mı? Beni her gördüğünde bir kalem verir. Çünkü yanında her zaman en az on kalem vardır. Mesela bir keresinde uçakta başladığımız kalem sohbeti indikten sonra da devam ediyordu. Kendisi Almanya’dan geliyordu. Çantasından bir eski kalem çıkardı 1954 model Mont Blanck dolma kalem… Sayın Cumhurbaşkanımıza doğum günü hediyesi olarak almıştı, ama kaleme öyle bakmıştım ki bana hediye etmek zorunda kalmıştı.
Nabi hocam, Sn. İbrahim Kalın, Doğan Hızlan daha niceleri. Erbab-ı kalem vardır, ehl-i kalem vardır, kalem sevenler vardır; kimse bilmez pek ama Eski Milli Eğitim Bakanımız Nabi Avcı’nın muhteşem bir kalem sevgisi vardır. Her cebinde beş altı tane kalem vardır. Biz birbirimizi gördüğümüz zaman Nabi Avcı’yla bir tane kalem çıkarır o bana verir, bir tane çıkarır ben ona veririm. Bu almalıktır. Sonra kalemler ortaya dökülür. Çantalar açılır. Bu da bakmalıktır. Sayın İbrahim Kalın bir şey başlattı, unuttuğumuz bir şeyi. Mektup yazmayı. Dolma kalemle dostlarına mektup yazar. Biz de ona yazarız. Hoş, çok hoş bir şey bu…
Ya kurşun kalem?
Ona hep acımışımdır. Ömrü çok azdır kurşun kalemin. Kelebek ömrü kadardır. Doğrudur, güzeldir; onun da bir ritüeli vardır, açılması gibi. Ama ömrü kısadır onun. Buna da çok fazla gönül bağlayamazsınız. Fakat dolma kalem böyle değil. Dolma kalemle bir bağınız oluşur, bir güzellik oluşur. Yani dört beş ayda bir gidip kendime kalem alırım. Ama şöyle bir şey de var; bizim çok lüks kalem alacak iddiamız yok. Mesela Ankara’da bir pasaj var, onun altında bir eskicimiz var. O eskiciyi de bana Nabi Avcı öğretmiştir. Giderim oraya, adam kalemleri bir kutunun içinde biriktirir. Bunların bir kısmı çalışmaz, bir kısmı bozuk. Bunları alırım 50-60 tane, 200-300 lira veririm. Sonra bunların içerisinde birinin ucu bozuktur ama öbürünün ucu sağlamdır. Birinin pompası bozuktur, öbürünün pompası sağlam. Birbirlerine uydururum ve ondan kalem çıkar. En keyif aldığım da odur. Çünkü bunlar ölmek üzere; bazısı kendine ötenazi yapılmasını isterler. Uzun yıllar çalışmıştır, nefes darlığı oluşmuştur, mürekkebi akmıyordur. Ben de onları organ nakliyle yeniden bir düzene sokarım. Bu sevgi böyle bir şeydir. İstanbul’da Üsküdar’da var, Horhor’da var. Oralara gideriz, oralardan kalemleri alırız. Bu kalemleri bir araya getiririz.
Türkiye’de, belki de dünyada ilk olan bir kitap yayınladınız. Kalemi, kağıdı ve yazıyı anlatan bir kitap. Adına da “Altıncı Parmak” demişsiniz. Bu çalışma nasıl ortaya çıktı. Adı niçin Altıncı Parmak?
Önce adından başlayalım. Çok basit, her elimizde beş parmak var, altıncısı kalemdir. O nedenle adı öyle oldu…
Son on seneden bu yana da, kalem ile ilgili yayınlanmış doküman toplamaya başladım. Ve sonra kalemin tarihçesini yazmaya niyetlendim. Yazdım da… Önce kalemin kronolojik olarak tarihçesini inceliyordu. Ortaya çıkan o çalışmayı bir okuyucu gözü ile değerlendirdiğimde, çok akademik bulmuştum. Oysa, öyle bir çalışma olmalıydı ki; hem akademik, hem de edebi olsun. İkinci çalışma da hoşuma gitmemişti. Bir yerler de eksiklikler vardı. Neden sonra anladım ki yemeğin baharatı eksikti. Çalışma öyle olmalı idi ki hem kâğıt ve kalemin tarihçesi anlatılsın, hem okuyucuyu sıkmasın, hem de alemin onun üzerine döndüğü “aşk” olmalıydı. Kalem ile ilgili olabilecek şeyler olmalıydı bu çalışmada.
Fakat “O”nu, “O” yapan unsurlar göz ardı edilmemeliydi. Onun ucu, ab-ı hayatı olan mürekkep, çeşitleri, yazıya gönül verenlerin onun hakkında düşündükleri, sevgilisi kâğıt, onun yazdıklarını silmeye çalışan silgi, ucunu hazırlayan kalem tıraş, kana kana içtiği pınarı olan hokka vs.
Çalışma, alanında ilk olma özelliğine sahiptir ve dolma kalemlerimle yazıldı. Yüz altmışar sayfalık, yedi adet deftere. Sonra dizgiye verildi.
…Ve böylece “Altıncı Parmak” ismini verdiğimiz kitap çıktı ortaya.
Ayrıca, “Ezelden iki Sevgili; Kalem İle Kâğıt” ismini verdiğim bir çalışma, TRT tarafından “Saklı Kentin Sırdaşı” adı altında 4 bölümlük dizi belgesel haline getirildi.