logo

İstoç 21 Ada No: 57 - 59
Mahmutbey / İSTANBUL

0212 659 91 48 pbx

bilgi@tukid.org

Anılar Dostlar ve Başarılarla Dolu 55 Yıl

Anılar Dostlar ve Başarılarla Dolu 55 Yıl

TÜKİD
Anılar Dostlar ve Başarılarla Dolu 55 Yıl

Anılar Dostlar ve Başarılarla Dolu 55 Yıl

"1964 yılında matbaacılık sektöründe başlayan, Türkiye’nin en
önemli yayınlarından biri olan Altın Kitaplar ile devam eden ve
Türkiye Yayıncılar Birliği’nin Onur Üyeliği’ne uzanan bir yaşam…
Türkiye’nin yayıncılık hayatına ve kırtasiye sektörünün değişimine
yakından tanıklık eden, sektörün gelişimine önemli katkılar
sağlayan Uğur Gergin, dergimize konuk olarak sorularımızı
yanıtladı. Verdiği samimi yanıtlarla ve özel detaylarla bir dönemin
yayıncılık hayatına ışık tutan Uğur Bey ile sohbetimizi bir roman
sıcaklığında okuyacağınızı umuyoruz…"

Uğur bey bize vakit ayırdığınız
için teşekkür ederiz.
Sizi tanımak isteriz. Bazı
sohbetlerinizde, çocukluğunuzun
geçtiği semtin ve sosyal
kültürel yapısının geleceğinize
etkilerinden bahsetmiştiniz.
Bu dönemi biraz tanımlar
mısınız?

1941 yılında, İstanbul’un en güzel
semtlerinden biri olan İstanbul /
Haliç, Fener’de dünyaya gelmişim.
Çocukluğum, 3 katlı Malta taşlı,
Barok mimaride sayılabilecek bir
konakta, dededen toruna 3 kuşağın,
aynı çatı altında yaşadığı mutlu
sayılacak bir ortamda geçti.
O yıllarda toplumumuzda, “Okul
öncesi eğitim” diye bir kavram
yoktu. Ne var ki yaşadığımız semtte
çalışmak zorunda olan, neredeyse
tamamının en az iki dil bildiği genç
Yahudi ve Rum annelerin, çocuklarını
bırakmak zorunda oldukları
evler ve bakıcıları vardı. Bunlardan
biri de bizim konağın hemen arkasındaki
Yıldırım Caddesi’ndeki Kirya
Despina’nın evi idi. 3 yaşımdan
6 yaşıma, yani, Fethiye İlkokulu’nda
okumaya başlayana kadar orada
okudum! O yıllar, kısıtlı imkânlarla
yaşanılan yıllardı. Çocuk olarak
bana fazla yansıtılmadığından, o
yılların sıkıntılarını pek hissetmemiştim.
Ama zaman içinde,
temel ihtiyaçlarımızı karşılamak
için verilen sınırlı mallara, nüfus
cüzdanımdaki “Verildi” damgaları
ve konağın bütün pencerelerindeki
karartma perdeleri bende anlam
bulmaya başlamıştı.
Kendisini, Dünyanın lideri zanneden
Hitler manyağının, Lehistan’ı
(Polonya) işgal etmesi ile başlayan
savaşlar dizisi (1939), 2 yıl sonrası
Dünyayı, neredeyse top yekûn
bir savaş sahnesi haline getirmişti
(1941).
Sıkıntılı bir dört yıldan sonra savaşa
girmeden kurtulmuştuk. Fener,
adeta Rumca ve Türkçenin eşit
ağırlıkta konuşulduğu bir semtti.
Her gün, öğleden sonraları, askılı
bir gazete satıcısı, Fener’den Balat’a
doğru koşar adım, avaz avaz, günlük
“Apoyamatinierhete” (Apoyamatini
gazetesi geldi) diye bağırır.

kimi evlerin önlerinde durup kapı
altlarından içeri gazete atarlardı.
Sanıyorum şimdilerde haftada bir
yayınlanıyor.

İş hayatına atılmanız ve Altın
Kitaplar Yayınevi serüveniniz
nasıl başladı?

Şirkete 1964 yılında intisap etmiştim.
O zamanki adı “Aziz Bozkurt
ve Ortakları Kolektif Şirketi” idi.
Kolektif olduğu için, ticari anlamda
Aziz Bey’in ismi ile ilzam
edilirdi. Aziz Bey, Doktor Turhan
Bozkurt’tan sonra şirket ortakları
çevresinde en başarılı bulduğum
insanlardan biri idi. Aziz Bey’in
vefatından bir süre sonra, onun
anısına yaşatmak için bir matbaa
kurmak, hatta matbaaya da Aziz
Bey’in terekesinin taksiminden
sonra kapanan “AS MATBAASI”
adını verme fikrim ortaklarca çok
benimsenince, harekete geçmiştim.
O dönemde ticaret ve sanayi odalarına
yaptığım tahsis talebimde,
talih yüzüme gülmüş, yeni bir tipo
baskı makinesi ve var olan Altın
Kitaplar mücellithanesini daha
prodüktif hale getirecek makinaları
ithal etmiştik. Haftada 3 kitap
çıkaran “Başat” bir yayınevi haline
gelen Altın Kitaplar’da, omuz
omuza iki emek veren idik, Doktor
ve ben. Elbette şirkete can katan
çevirmenlerimiz, bir süreliğine de
olsa redaktör ve danışmanlığımızı
yapan Doğan Hızlan ile musahhihlerimizi,
matbaa çalışanlarımızı,
satış elemanlarımızın gayretlerini
yadsıyamam.
O çatı altında, bilfiil 30 yılı bulan
harika çalışma hayatımda öylesi
dostlar edindim ki… Tamamını anı
zenginliğim olarak telakki ediyorum.
Gönül verip ekmeğini yediğim
Altın Kitaplar’a o günlerdeki
gibi bu günde başarılar diliyorum.

Peki, kendi girişiminiz olan
Golden Medya’yı kurmaya
nasıl karar verdiniz?

As Matbaası’nın tevsii olarak ortaya
attığım projeler Doktor Turhan
Bozkurt dışında itibar görmeyince
yolumuzu ayırmak zorunda kaldık.
Hemen Golden Print’i, birkaç yıl
sonra da bir aile şirketimiz de olsun
diye Golden Medya A.Ş.’yikurdum.
İki oğlum, (Levent ve Yiğit) eşim
ve ben. Benim sağlık problemleri
yaşadığım dönemde Yiğit, bir süre
bizimle çalıştı. Fakat onun daha önceden
bir Amerika deneyimi vardı.
Orayı tercih etti. Yani uzaktaki
ortağımız oldu. Ama sık sık geliyor.
Yakın zamana gelince, yükün
kısmı-azamisini büyük oğlum
Levent’e yıktım. Sağ olsun o
mesleğinde iyi yetişmiş biri olarak
kurumumuzu başarı ile temsil edip
yönetiyor.
25 yıl kadar önce Kanaat ailesi,
ellerinde yayın olarak ne varsa bana
karşılıksız devrettiler. Bu benim
için büyük bir onurdu. Evet çok sevdiğim Kanaat Yayınevi’ne, gerek
atlas, gerekse ünlü Takvim-i Ragıp
basımlarında ve satışlarında onlara
uzun yıllar destek vermiştim. Ama
asırlık bir kuruluş sahiplerinin,
bana karşı böylesine cömert davranışı
muhteşem bir şeydi. Kanaati,
Golden Print’e katıp yola devam
dedim. Bu yıl Takvim-i Ragıp’ın 98.
yılı. 25 yıl önce koyduğum hedef
100. yıl idi. Tıpkı Cumhuriyetimizdeki
gibi.

Meslek hayatınızda ilkler denilince
aklınıza neler geliyor?

Meslek hayatımdaki önemli ilkler
olarak aklıma gelenlerin bence en
değerlisi, Aziz Bozkurt’un rekabet
alanına girmiş ve yetiştirilmesi çok
müşkül olan Modern Matematik kitabını
bastırmamdır. Türkiye’de ilk
defa, Doğan Kardeş (Hayat, Ses, Resimli
Roman dergilerinin basıldığı)
Tifduruk Ofset’in iki makinasında
bir günde tam 25 ton tutan Modern
Matematik formasının basımını
sağlamıştım. Elbette bu başarı, değerli
büyüklerim ve yakın dostlarım
sayesinde olmuştu. Onları bir bir
zikretmeden asla geçemem.
Muzaff er Balcı: Rahmetli- Hayat,
Doğan Kardeş, Tifduruk Matbaacılık
ortağı. (Değerli Bacanağım Okan
Balcı’nın Babası)
Şevket Rado: Hayat, Ses, Resimli
Romanın isim hakkı sahibi.
Selim Balcı: -Rahmetli- Tifduruk
Yöneticisi.
Mehmet Rado: Tifduruk Müdürü.
İşi aldıktan 24 saat sonra Aziz beyin
Ders Kitapları A.Ş.’deki bürosuna
gidip kendisine “Bütün formalar
basılmıştır” dediğimde, inanmamıştı.
Gerçeği öğrendiğinde o kadar
mutlu olmuştu ki bana; “Bundan
sonra sana Uğur Abi diyeceğim”
diyerek beni utandırmıştı. Sonra
etrafındakilere dönüp, “Siz de öyle
hitap edin, tamam mı” dediğinde,
bir tek nerede ise babam yaşındaki
müdür Burhan Öztürk Ağabey,
“Eline emeğine sağlık Uğur Abi”
demiş, elini uzatmış tokalaşmıştık.
Oradan ayrılıp Altın Kitaplar’a döndüğümde,
nasıl olmuş ise – Hani
yerin kulağı var – derler ya, Doktor
Turhan Ağabeyimin de haberi
olmuş, beni tebrikle karşılamıştı.

Ola ki, aklından, bu “Abi” hitabına
itibar etmeyecekleri tahmin edip,
tam odama yöneldiğimde, “Eyvah
Uğur” demişti.
Nurlar içinde yatsın.

Kırtasiye dükkânı ile ilk buluşmanızın
hikâyesinden de
bahseder misiniz?

bahseder misiniz?
Fethiye İlkokulu’nu bitirmiş, hatta
üzerinden tam bir yaz geçmişti.
Rahmetli babamla birlikte yeni
kaydımın yapıldığı, Gedikpaşa
Ortaokulu birinci sınıfında gereksinim
duyacağım kitap ve kırtasiye
malzemelerini almak üzere Bab-ı
Ali’nin yolunu tutmuştuk.
Dolmuştan Eminönü’nde inip, Yeni
Cami’ye yöneldiğimizde, babam;
“Sakın elimi bırakma” uyarısı ile
elime sıkıca yapışmıştı. İçinde
bulunduğumuz insan kalabalığı
karmaşasında yankılanan sırık
hamalları, arkalıklı hamalların “yol
ver”, “Des-duur” avazları ile, zigzak’lar
yaparak ilerleyen el arabaları,
belli ki babamı tedirgin etmişti.
Koşar adım Yeni Cami’nin mermer
düzlüğüne erişip biraz soluklanma
ihtiyacı duyduğumuzda, teneff üs
ettiğimiz hava, köprüsünün iki
yakasındaki vapurların bacalarından
çıkıp gelen kömür ve Mısır
Çarşısı’nın kapısından yayılan
baharat kokusunun adeta, kekremsi
karışımı idi.
“Haydi biraz hızlanalım” demişti
babam. Düzlüğün sonundaki tünelden
hızlıca geçtik. Biraz ilerlediğimizde,
Bahçekapı’dan Sirkeci’ye
doğru hareket eden bir tramvayın,
Şekerci Hafız Mustafa’dan başlayıp,
Hacı Bekir Düzlüğü’ne kadar
devam eden viraj ulumalarındanfena halde korkmuş, bir an için
tramvayın raydan çıkabileceğini
düşünmüştüm.
Sirkeci’ye doğru biraz yürüyüp,
daha sonra, tramvay yolundan
ayrılıp sağa doğru döndüğümüzde,
yıllar sonra, İstanbul Lisesi’nde
okurken adını öğrendiğim, bir
ucunda, Orient Ekspres’in son
durağı, Sirkeci Garı, diğer ucunun
dirseğinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun
son yönetim binası Bab-ı
Ali’nin bulunduğu Ankara Caddesi’ne
gelmiştik. Tentelerin gölgesinde,
özenle hazırlanmış kırtasiye
vitrinlerine baka baka, dar yokuşa
doğru ilerliyoruz. Ortalarda bir yerdeki
dükkân, vitrininin cazibesine
kapılıp bakarken, içeriden sıcak bir
davet gelince.
Dükkâna giriyoruz.
“Buyurun, ne bakmıştınız?”
“Defterden başlayalım”
“Kaç ortalı olsun?”

-----------------

Birbirimize bakıyoruz. Üzerinde
“Lise Defteri” yazılı olanı işaret
edip, “Bu olur” diyorum.
Ortaokula başlayacaktım ama kapağındaki
“Lise Defteri “yazısından
fena halde etkilenmiştim.
Babam, elindeki listeye göz atıp
araya girip sıralıyor;
“Sarı defter, iki de lise defteri, ince
olmasın. Sabit kalem, bana lazım,
o da iki tane olsun. Pergel takımı,
gönye, iletki, cetvel, kurşun kalem,
resim defter ve silgi… Haaaa, bir de
kalemtıraş”
Tezgahtar, önündeki camekândan
bir teneke kutu çıkarıp bana gösteriyor.
İçinde adedini hatırlamadığım
kadar, gökkuşağını andıran
renklerde kalemler var. Belki 12,
olabilir. Bir anda teneke kutuya aşık
oluyorum. Üst kapakta “A. W. Faber
Castell” ibaresi var. Ama beni cezbeden,
yazının altındaki, derebeylik
zamanlarındaki şato şövalyelerinin,
atları üzerinde mızraklı mücadelelerini
tasvir eden resim. Nedeni,
o yaşta bile anlamını az-çok fark
edebildiğim, kazananın elindeki
mızrağın “Kalem” şeklinde olması.
O an içimden, “Yaşasın, artık sürgülü
tahta kutudan kurtulacağım”
geçiyor.

Bir ara dışarı çıkıp vitrine dikkatlice
bakmaya başlamıştım. Işıl ışıl parlayan
dolmakalemleri seyrederken,
fi le içinde okula götürürken sallayıp,
sallayıp, dökülmez özelliğini
bir kez daha deneyip, her defasında
dökülür olup evde annemden
azar işittiğim, mürekkep hokkası,
redis uçları, saplar ve tablalı uçlar
aklımdan bir bir gelip geçmişti.
Artık ben ortaokullu idim. Güzel
bir dolmakaleme sahip olmamın
zamanı gelmiş olmalıydı. İçeri girip,
babama yapacağım küçük bir ısrar
ile bu arzumu halledebileceğimi
düşünmüştüm. Öyle de yaptım.
Tezgahtarı elinden tutup sokağa
bakan vitrine doğru çekeleyip, en
beğendiğim “Faber” dolmakalemi
parmağımla işaret ettim.
Babam yan çizerse, ben de kazanan
şövalye gibi olmalıyım şartlanmama,
hafi f bir de duygu sömürüsü
sözcükleri ekleyerek babama;
“Eh artık dolmakalem kullanma
yaşım geldi herhalde” demiştim.
Babam o kadar eli sıkı biri değildi.
İtiraz etmemiş ama, “Okula götürmek
yok, çaldırırsın” diyerek beni
uyarmıştı.
Tezgahtar, babamın kolay lokma
olacağını hemen anlamış olacak ki,
işi sağlama bağlamak için “Delikanlıyı
sevindirmek için size güzel bir
ikram (indirim) yapacağım, mürekkep
de benim hediyem olacak”
diyerek usta işi pazarlığın önünü
kesmişti.
Tam dükkândan çıkarken, babamın
aklına çanta gelmişti, tezgahtara
nereden alabileceğimizi sordu.
Tezgahtar, “Mercan Yokuşu’ndan,
hani bakırcılardan aşağıya doğru,
az-biraz inerken soldaki sokak. Size
dükkân da tavsiye edebilirim” diyerek
kâğıt pusulaya bir şeyler yazıp
babama uzatmıştı. Babam, “Bir ara
ona da bakarız” diyerek teşekkür
etmişti.

etmişti.
Elimizdeki listesi verilmiş ders
kitapları ve o yıllarda mecburi olan,
sarı şerit çevrili, parlak şemsiperli,
pirinç kokartlı, lacivert okul şapkası
artık aklımdan uçup gitmişti. O an
tek düşüncem, bir an önce eve gidip
kendimi sınayacak yazılar yazmak
ve resim yapma marifetlerimi sergilemekti.

Sanırım o yıllardan kalma bir tutku
olmalı, Altın Kitaplar’daki yıllarımda
fırsat buldukça bazı kitapların
kapak grafi klerini özene bezene
yaptım. Özellikle bilimsel dizileri.
O çalışmalarıma baktıkça hâlâ beğenirim.
Handan Kırtasiye, Teknik
Kırtasiye, Bakış Kırtasiye, başta gelen
alışveriş yaptığım dükkânlardı.
Letraset’in piyasaya girmesi, grafi k
çalışmalarına büyük kolaylık ve
yenilik getirmişti. Çok yararlandım.
Artık onların da tarihe karışmaları
bir hayli zaman oldu. Bilgisayar ve
olağanüstü program zenginliği ile
yepyeni bir çağı yaşamaktayız.

Kırtasiye, kitap ilişkisini nasıl
tanımlarsınız?

Kitap ve kırtasiye, bir elmanın iki
yarısı gibi. Bir diğer elmanın iki
yarısı da üreticiler ve dağıtım kuruluşları.
Cazibe bakımından özellikle
son yıllardaki zengin çeşitliliği ile
kırtasiye önlerde görünüyor. (Tabii
bana göre). Yerli imalattaki gelişmeleri
de yakından takip ediyor ve başarılı buluyorum. O sözünü ettiğim
iki elmanın her iki yarılarından da
doğal olarak çok değerli dostlarım
var. Hatta “Lonca” adını verdiğimiz
ve periyodik toplantılar yaptığımız
bir grubumuz bile var.

Hobileriniz ve ilgi alanlarınız
nelerdir?

Deniz ve tekneyi hayatımdan hiç
çıkarmak istemedim. Ne var ki
70’li yılların sonuna doğru pes
ettim. Teknemi motorumu elimden
çıkardım. Son teknemi Ataköy’de
teslim ettiğim Fahri bey beni gıyaben
tanıyan Karaköy’de matbaası
olan biriydi. Suadiye’de bir yalıda
ikamet ediyormuş. Tekneyi teslim
edip “Hadi güle güle kullan” dedim
ve marinadan ayrıldım. Ertesi gün
Fahri bey telefonla beni aradı ve;
“O kadar mı bıkmıştın Uğur Bey,
elimi sallamak için bakınıp durdum.
Bir arkanı bile dönmedin” demez
mi. Elbette özürler diledim. Benim
böyle davranmamın altında acaba,
Marmara’nın kirliliği ile balıkların
bitmek üzere olduğuna dair bir sezi
mi vardı. Herhalde deyip geçeyim.
Geçmiş zaman.

Çalışma hayatımın rutininden fırsat
buldukça sıyrılmak ve beni oyalayacak
şeyler bulmakta pek zorlanmadım.
Bunların en başında müzik
geliyor. Ağız armonikası çalma
dönemim, lise yıllarımda bitmişti.
O dönemime “Hohner’li yıllarım”
diyorum. 1965’te Hi-fi dinlemeye
başladım. 1970 ve sonrası, Home
Technology’sinde Hi-End dönemi
başladı ve ben de 1975 senesinde
Amerika’dan 4400 Quadro Marant’za
akuple, komple bir müzik
seti getirip noktayı koydum. Ve
orda kaldım. 45 yıllık oldular ama
hala beni tatmin ediyorlar. Klasik
müziğe epey ilgi duyuyorum.
Ara sıra, aklıma gelen bir parçayı,
evimizdeki küçük bir Yamaha
piyanonun klavyesini tıkırdatarak
çıkartmaya gayret ediyorum.
Edebiyatın hep içinde oldum. Halen
öyleyim. Her Salı ve bazı hafta
sonları, sahaf Taşlık Kahve’de belli
bir konuda, çoğu kez çağrılı sanat
ve edebiyat ustalarını dinliyor,
görüşlerimizi paylaşıyoruz.Koleksiyon sayılmayacak ölçülerde,
radyo, daktilo, kalem / dolmakalem
ve ünlü mucitlerin icatlarının çalışır
replikalarından oluşan bir miktar
birikimim var.
Uzun yıllardır Rahmi Koç müzesinin
hayranı ve bağışçısıyım. Oraya
bir hayli makine verdim. Nadiren
de olsa Rahmi Bey ile müze ve
Halat Restaurant üzerine sohbet
imkânı bulmak, benim için harika
bir şey. Son günlerde, tam da 90.
yaş günündeki rahatsızlığına çok
üzülüyor, kendisine şifalar diliyorum.Kalem / dolmakalem’e gelince; Altın
Kitaplar’da çalıştığım dönemlerde
Dr. Turhan Bozkurt’un başta Kaya
Çilingiroğlu, Oğuz Lav, Metin Yağcı
gibi tıbbiyeden bir hayli arkadaşı
vardı. İleride profesör olacak bu
dostlarının doçentlikten başlamak
üzere tüm yayınlarına müzahir
oldum. Onlar da bana hep dolmakalem
hediye ettiler. Çeşitli vesileler
ile gelenlerle birlikte mütevazi bir
kalem koleksiyonum oldu. Kalem
ve kırtasiye üzerine düşkünlüğü
aşırı sayılacaklardan biri de dostum
Doğan Hızlan’dır. Hatırlıyorum
Hızlan Kırtasiye fuarlarının gedikli
ziyaretçisidir. Hatta birinin açılışını
sanırım dönemin Kültür Bakanı ile
yapmışlardı

Benim hediyelerimin de en favorisi
dolmakalemdir. (Tabii yerine göre).
Faber’in meftunuyum. Hediye için
genelde Faber’in yılın kalemini alır
takdim ederim. Kalemleri edinmemin
her seferinde, Bayındır Kırtasiyenin
sahibi aziz dostum Mustafa
Bol daima bana yardımcı olmuştur.
Bazı modelleri bulmak kolay değildir.
Mesela Faberin 250. yıl kalemi,
özel lüks ahşap kutusunda 4’lü
ELEMENTO’sunu edinmem epey
uzun sürmüştü. Onu ve 70. yaşıma
denk gelen 2011 yeşim taşlı yılın
kalemini hediye etmeyi kıyamadım
kendime sakladım. Çocuklarıma
kalsın istedim.

İlgimizi çeken bir hobiniz
daha var. Araba restorasyonları…
Kısaca bundan da
bahseder misiniz?

Son 4 yıldır Atatürk’ün arabalarının
restorasyonları ile ilgileniyorum.
Üstü açık olan ki benim en çok
sevdiğim Lincolin ilk Anıtkabir’e
teslim edileni. Arkasından 2. zırhlı
Lincolin teslim edildi. Şimdi sıra
3.’de. İş Bankası’nın Atatürk’e hediye
ettiği Cadillac. O da tamamlanmak
üzere. Pandemi işleri biraz yavaşlattı.
Ama bu projeyi gerçekleştiren
çok sevdiğim, dostum, matbaa usta
emeklisi ve klasik Amerikan arabaları
meftunu Kemal Akel, deneyimli
ekibi ile en güzel şekilde bunu da
halledecek. Eminim. (Kendisinin de
gıcır gıcır bir 56 Chevrolet’i var) Bu
süreçte bazen Ankara’da, bazen de
burada benim ofi simde Komutan
Yarbay Kasım Teke dahil bir araya
gelip gelişmeleri konuşuyoruz.
Şimdilerde, son arabanın, 3. kulenin
altında hazırlanan yerine yerleştirilmesinin
heyecanını yaşamaya
başladım bile.


: